Türk Medeni KanunuTMK Madde 405: Akıl Hastalığında Kısıtlama ve Vasilik

6 Aralık 2025

TMK Madde 405 Kanun Metni

 

TMK Madde 405

Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle işlerini göremeyen veya korunması ve bakımı için kendisine sürekli yardım gereken ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokan her ergin kısıtlanır.

Görevlerini yaparlarken vesayet altına alınmayı gerekli kılan bir durumun varlığını öğrenen idarî makamlar, noterler ve mahkemeler, bu durumu hemen yetkili vesayet makamına bildirmek zorundadırlar.

Giriş

Vesayet hukuku, medeni haklarını kullanma ehliyetinden kısmen veya tamamen yoksun olan bireylerin şahsi ve malvarlıksal menfaatlerini korumak amacıyla ihdas edilmiş, kamu düzeniyle yakından ilişkili bir hukuk dalıdır. Bu kurumun temel amacı, korunmaya muhtaç kişileri hem kendilerine hem de üçüncü kişilere karşı koruma altına alarak, onların toplum içinde güvenle var olmalarını sağlamaktır. Türk Medeni Kanunu (TMK), vesayeti gerektiren halleri sınırlı sayıda (numerus clausus) ilkesi uyarınca belirlemiştir. Bu haller arasında en sık karşılaşılan ve en hassas hukuki değerlendirmeyi gerektiren durum, TMK’nın 405. maddesinde düzenlenen “akıl hastalığı veya akıl zayıflığı” sebebine dayalı kısıtlamadır.

TMK m. 405, bir erginin hangi koşullar altında akıl sağlığı sorunları nedeniyle kısıtlanabileceğini düzenleyen temel normdur. Bu madde, bireyin fiil ehliyetine, dolayısıyla Anayasa ile güvence altına alınmış olan temel hak ve özgürlüklerine doğrudan bir müdahale teşkil ettiğinden, son derece dar ve özenli yorumlanması gereken bir hükümdür. Kısıtlama kararı, bir cezalandırma değil, bir koruma tedbiridir ve bu tedbirin uygulanmasında “ölçülülük” ve “gereklilik” ilkeleri hayati bir rol oynar. Bu makale, TMK m. 405’in hukuki çerçevesini, maddede yer alan şartların doktrin ve uygulamadaki yorumunu, yargılama sürecindeki usuli güvenceleri ve bu sürecin temel haklar eksenindeki yerini derinlemesine analiz edecektir.

Vesayet Kurumunun Felsefesi ve TMK m. 405’in Sistem İçindeki Yeri

Vesayet, devletin, kendi işlerini göremeyecek durumda olan vatandaşlarına karşı üstlendiği pozitif bir yükümlülüğün, yani koruma ve gözetme görevinin bir yansımasıdır. Bu kurum, Roma Hukuku’ndan bu yana varlığını sürdüren ve modern hukuk sistemlerinde de önemini koruyan bir yapıdır. TMK m. 405, bu felsefenin en somut tezahürlerinden biridir. Madde, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı gibi tıbbi durumların hukuki sonuçlarını düzenleyerek, tıp ile hukuk arasında bir köprü kurar.

Ancak bu köprünün doğru kurulması esastır. Her tıbbi teşhis, otomatik olarak bir hukuki sonuç doğurmaz. Bir kişiye “şizofreni”, “bipolar bozukluk” veya “demans” gibi bir tıbbi teşhis konulması, o kişinin TMK m. 405 uyarınca kısıtlanması için tek başına yeterli değildir. Kanun koyucu, tıbbi durumun kişinin hayatındaki pratik ve fonksiyonel sonuçlarına odaklanmıştır. Bu nedenle madde, kısıtlama için tıbbi teşhisin yanı sıra, bu teşhisin yol açtığı belirli olumsuz sonuçların varlığını aramaktadır. Bu yaklaşım, bireyin özerkliğine saygı gösterilmesinin ve fiil ehliyetine müdahalenin son çare (ultima ratio) olarak görülmesinin bir gereğidir.

TMK Madde 405’te Düzenlenen Kısıtlama Şartlarının Analizi

TMK m. 405, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle bir erginin kısıtlanabilmesi için üç alternatif şart öngörmüştür. Bu şartların varlığı, vesayet makamı olan sulh hukuk mahkemesi tarafından titizlikle araştırılmalıdır. Kısıtlama kararının verilebilmesi için bu şartlardan en az birinin somut olayda gerçekleştiğinin ispatlanması gerekir.

İşlerini Görememe Şartı

Bu şart, kişinin akıl hastalığı veya zayıflığı nedeniyle günlük yaşamın gerektirdiği olağan işleri, mali konuları ve hukuki işlemleri makul bir öngörü ve basiretle yönetememesi durumunu ifade eder. “İşlerini görememe” kavramı geniş yorumlanmalıdır ve sadece karmaşık ticari faaliyetleri değil, aynı zamanda temel yaşam faaliyetlerini de kapsar. Örneğin:

  • Faturalarını düzenli ödeyememe,
  • Maaşını veya gelirini mantıklı bir şekilde yönetememe,
  • Kendi yararına veya zararına olan basit bir sözleşmenin sonuçlarını idrak edememe,
  • Kişisel bakım ve hijyenini sağlayamama,
  • Evini ve eşyalarını makul bir düzen içinde tutamama.

Burada kritik olan, kişinin eylemlerinin sonuçlarını anlama ve bu anlama doğrultusunda iradesini yönlendirme yeteneğindeki eksikliktir. Vesayet makamı, bu şartın varlığını değerlendirirken kişinin eğitim seviyesini, sosyal çevresini ve önceki yaşam standartlarını da göz önünde bulundurmalıdır. Amaç, kişiyi mükemmel kararlar almaya zorlamak değil, kendi menfaatlerini asgari düzeyde koruyup koruyamadığını tespit etmektir.

Korunması ve Bakımı İçin Kendisine Sürekli Yardım Gerekliliği

Bu şart, kişinin fiziksel veya zihinsel durumu nedeniyle kendi güvenliğini ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olmasını ve bu nedenle sürekli olarak bir başkasının yardımına, denetimine ve bakımına muhtaç olmasını ifade eder. Bu durum, genellikle ileri derecede demans, ağır zihinsel yetersizlik veya kişinin gerçeklikle bağını tamamen kopardığı psikotik bozukluklar gibi hallerde ortaya çıkar.

“Sürekli yardım” ihtiyacı, geçici veya arızi bir yardımdan farklıdır. Kişinin kendi başına bırakılması halinde kendisine veya malvarlığına zarar verme ihtimalinin yüksek olduğu durumları kapsar. Örneğin, evdeki ocağı açık unutma, tehlikeli aletleri yanlış kullanma, evden çıkıp geri dönememe veya beslenme gibi temel ihtiyaçlarını tek başına giderememe gibi durumlar bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu şart, kişinin sadece malvarlığını değil, aynı zamanda can güvenliğini ve vücut bütünlüğünü korumayı amaçlayan paternalist (korumacı) bir yaklaşımdır.

Başkalarının Güvenliğini Tehlikeye Sokma Şartı

Bu şart, diğer iki şarttan farklı olarak, sadece kısıtlanacak kişiyi değil, aynı zamanda toplumu ve üçüncü kişileri koruma amacı taşır. Kişinin akıl hastalığı veya zayıflığının bir sonucu olarak, kontrol edemediği saldırgan veya tehlikeli davranışlar sergilemesi durumunda bu şart gündeme gelir. Bu davranışların, soyut bir tehlike potansiyelinden ziyade, somut ve öngörülebilir bir risk oluşturması gerekir.

Örnek olarak;

  • Sebepsiz yere çevresindeki insanlara fiziksel saldırıda bulunma,
  • Yangın çıkarma gibi eylemlere yönelme,
  • Trafikte veya kamusal alanda öngörülemez ve tehlikeli davranışlar sergileme,
  • Sürekli olarak başkalarını tehdit etme.

Bu şartın varlığı, genellikle adli tıp raporları, kolluk kuvvetleri tarafından tutulan tutanaklar veya tanık beyanları gibi delillerle ispatlanır. Bu durumda verilen kısıtlama kararı, aynı zamanda bir kamu güvenliği tedbiri niteliği de taşır.

Yargılama Sürecindeki Usuli Güvenceler ve Hâkimin Rolü

TMK m. 405’e dayalı bir kısıtlama davası, sonuçları itibarıyla son derece ağır olduğu için kanun koyucu bu süreci özel usuli güvencelere bağlamıştır. Bu güvenceler, keyfi kararların önüne geçmeyi ve adil bir yargılama yapılmasını sağlamayı amaçlar.

Resmi Sağlık Kurulu Raporu Zorunluluğu

TMK m. 409, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle kısıtlama kararı verilebilmesi için “resmî sağlık kurulu raporu” alınmasını emredici bir hüküm olarak düzenlemiştir. Bu, yargılamanın en temel ve vazgeçilmez delilidir. Yargıtay’ın istikrarlı içtihatlarına göre, tek bir hekimin veya özel bir sağlık kuruluşunun verdiği rapor, kısıtlama için yeterli değildir. Raporun mutlaka tam teşekküllü bir devlet hastanesinden veya üniversite hastanesinden alınması ve içerisinde bir psikiyatri uzmanının da bulunduğu bir heyet tarafından düzenlenmesi şarttır.

Alınacak rapor, sadece tıbbi bir teşhis listesi olmamalıdır. Raporun, hukuki soruna ışık tutacak şekilde, kişinin TMK m. 405’te belirtilen üç şarttan (işlerini görememe, bakıma muhtaç olma, başkalarının güvenliğini tehlikeye sokma) hangisini veya hangilerini taşıdığına dair açık, gerekçeli ve somut bir değerlendirme içermesi gerekir. Hâkim, rapordaki tıbbi tespitlerle bağlıdır ancak rapordaki hukuki nitelendirme ile bağlı değildir. Yani, rapor “kısıtlanması uygundur” dese bile, hâkim dosyadaki diğer delilleri ve kendi gözlemini dikkate alarak aksi yönde karar verebilir.

Kısıtlanması İstenen Kişinin Dinlenilmesi İlkesi

Her ne kadar TMK m. 409, akıl hastalığı hallerinde kişinin dinlenilmesini hâkimin takdirine bırakmış gibi bir ifade içerse de, bu hüküm Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan “adil yargılanma hakkı” ve bu hakkın bir unsuru olan “hukuki dinlenilme hakkı” çerçevesinde yorumlanmalıdır. Bir bireyin medeni haklarını kullanma ehliyetini ortadan kaldıran bir karar, o birey dinlenilmeden, kendisine iddiaları ve delilleri açıklama ve bunlara karşı savunma yapma imkânı tanınmadan verilemez.

Bu nedenle, Yargıtay uygulaması ve modern hukuk doktrini, kişinin sağlık durumu elverdiği ölçüde mutlaka dinlenilmesi gerektiğini kabul etmektedir. Hâkim, bu dinleme sırasında kişinin genel durumunu, yöneltilen soruları anlama ve mantıklı cevaplar verme yeteneğini, zaman ve mekân algısını, hastalığına ilişkin farkındalığını ilk elden gözlemleme fırsatı bulur. Bu, hâkimin sadece bilirkişi raporuna bağlı kalmayıp, kendi kanaatini oluşturması için kritik bir aşamadır. Kişinin mahkemeye gelemeyecek durumda olması, bu yükümlülüğü ortadan kaldırmaz; bu takdirde hâkimin, naip üye veya istinabe yoluyla kişinin bulunduğu yerde (evinde, hastanede vb.) dinlenilmesini sağlaması gerekir.

Re’sen Araştırma İlkesi

Vesayet davaları kamu düzenine ilişkin olduğundan, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda geçerli olan “taraflarca getirilme ilkesi” burada uygulanmaz. Bunun yerine “re’sen (kendiliğinden) araştırma ilkesi” geçerlidir. Bu ilke uyarınca hâkim, tarafların talepleri ve sundukları delillerle bağlı kalmaksızın, maddi gerçeği ortaya çıkarmak için gerekli gördüğü her türlü araştırmayı yapmakla yükümlüdür. Tanık dinleyebilir, sosyal inceleme raporu aldırabilir, kişinin mali kayıtlarını getirtebilir ve kısıtlama kararının gerekliliğini her açıdan sorgulayabilir.

Sonuç

Türk Medeni Kanunu’nun 405. maddesi, bireyin özerkliği ile toplumun ve kişinin korunma ihtiyacı arasındaki hassas dengeyi kuran temel bir hükümdür. Bu madde, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı gibi tıbbi durumların, ancak kişinin fonksiyonelliğini ciddi şekilde bozması ve belirli olumsuz sonuçlara yol açması halinde fiil ehliyetine bir müdahale sebebi olabileceğini kabul eder. Kısıtlama kararı, bir etiketleme veya cezalandırma değil, son çare olarak başvurulması gereken istisnai bir koruma tedbiridir.

Bu nedenle, TMK m. 405’in uygulanmasında görev alan vesayet makamlarının, yargılama sürecini azami titizlikle yürütmesi, emredici usul kurallarına (resmi sağlık kurulu raporu, ilgilinin dinlenilmesi) harfiyen uyması ve re’sen araştırma ilkesinin gereğini eksiksiz yerine getirmesi bir zorunluluktur. Verilecek her kararda, kısıtlamanın gerçekten gerekli olup olmadığı, daha hafif bir tedbir olan yasal danışmanlığın yeterli olup olmayacağı gibi alternatifler de mutlaka değerlendirilmelidir. Nihai amaç, korunmaya muhtaç bireyin onurunu, haklarını ve menfaatlerini en üst düzeyde gözeterek, ona en uygun hukuki korumayı sağlamaktır. Bu, sadece bir kanun hükmünün uygulanması değil, aynı zamanda sosyal hukuk devleti ilkesinin de somut bir gereğidir.

author avatar
Kübra YILDIZ ÇOLAK